Hanedan-ı Ali Osman'da Şehzade Sorunu
Tarih boyunca Türkler, yerleştikleri bütün coğrafyalarda irili ufaklı birçok devlet kurdular. Bu devletlerin yıkılmasında düşman devletlerin etkisi büyük olsa da, eski Türk siyasi geleneğinde devletin hanedan üyelerinin ortak malı olarak kabul edilmesinin de küçümsenemeyecek etkileri vardı. Ülüş sistemi adı verilen bu gelenek uyarınca hanedan ailesine üye olan neredeyse her birey, tahta geçmek yani ülkeyi yönetmek konusunda kendini hak sahibi görüyordu. Dış devletlerin, kurulan Türk devletleri üzerinde oynadığı oyunları, tahrikleri de katarsak, bu Türk devletlerinin hemen hepsinde de bir iç mücadele, bir hanedan çatışması görülmektedir. Bu taht kavgaları nedeniyle parçalanma hızlanmakta, devlet bölünmekte, sık sık hanedan değişiklikleri olmakta, herhangi bir dış baskı karşısında da yıkılmaktadırlar. Bazı Türk devletlerinde taht kavgalarının önüne geçebilmek için devletin parçalara ayrılıp her birinin yönetimini bir şehzade verilmesi denenmişse de bunun bedeli çok daha ağır olmuştu. Küçük ve daha güçsüz olan bu devletçikler düşmanlar tarafından daha kolayca parçalanıp yutulmuştu. Selçukluların yıkılmasından sonra Anadolu’da ortaya çıkan Türk beyliklerinin kolayca yıkılması bunun bir örneğidir. Selçukluların tarih sahnesinden çekilmesinden sonra Anadolu’da ortaya çıkan yeni güç olan Osmanlı da, tarihteki bu deneyimlerden ders almış ve kendilerinin de aynı sona uğramaması için çareler aramaya başlamıştı. Osmanlı’nın bulduğu bu çare, halk arasında “kardeş katli” olarak anılacak olan, devletin çıkarları için hanedan ailesine mensup erkek bireylerin suçu olup olmamasına bakılmaksızın katledilmesi olacaktı. Osmanlı’da ilk kardeş katli, Osmanlı Devleti’nin kuruluş tarihi kadar eskidir. Üzerinde tam bir uzlaşma olmasa da, Osmanlı devletinde ilk kardeş katli olarak bizzat Osman Gazi’nin amcası Dündar Bey’i katletmesi kabul edilir. Osman Gazi, kendisine karşı Bizans tekfurları ile işbirliği yaptığını düşündüğü amcası Dündar Bey’i ok ya da yay tahtası ile vurarak öldürmüştür. Kardeş katlini yasal bir dayanağa kavuşturacak ve Fatih Sultan Mehmet’in Teşkilat Kanunnamesi’ndeki meşhur maddeyle sonuçlanacak olay ise 1402’de Osmanlı’nın yenilgisiyle bitecek olan Ankara Meydan Savaşı’ydı. Yıldırım Bayezid’in Ankara Meydan Savaşı’nda Timur’a yenilmesi Osmanlı Devleti için felaketle sonuçlanmış, Anadolu beylikleri yeniden kurulmuş, Osmanlı’da tam 11 yıl sürecek Fetret Devri başlamıştı. 11 yıllık bu dönemde Yıldırım Bayezid’in beş oğlundan dördü arasında taht kavgası başladığından Anadolu toprakları büyük bir kargaşaya sürüklenmiş, kardeşlerden Çelebi Mehmet tek hükümdar olup tahta geçinceye kadar binlerce Türk, kardeşler arasındaki savaşlarda can vermişti. Osmanlı, kardeşler arasındaki bir taht kavgasının bedelinin ne kadar acı sonuçlar doğurabileceğine bizzat tanık olmuştu.Türklerde kardeş katli Anadolu Selçuklularında görülmeye başlayan, Osmanlı Devleti’nde ise I. Murat’tan itibaren gelenek haline gelmeye başlayan bir uygulamaydı. Fetret Devrinde tehlikeli boyutlara ulaşan, Mehmed Çelebi ve II. Murad devirlerinde de devam eden şehzadeler arasındaki kavganın devleti parçalayacağını, bu durumun kimlerin yararına olacağını çok iyi fark eden Fatih Sultan Mehmed, hazırlattığı Kanun-nâme-i Âl-i Osman’ın Bâb-ı Sâni faslına bu konu ile ilgili bir madde koydurarak yazılı hale getirdi. Bu madde şöyleydi: ‘Ve her kimesneye evlâdından saltanat müyesser ola, karındaşların nizâm-ı âlem için katletmek münâsiptir. Ekser ulemâ dahi tecvîz etmedir. Anınla âmil olalar.’ 622 yıllık Osmanlı tarihi içinde en kanlı kardeş katli, 1595’te III. Mehmet’in tahta çıktığı gün yaşandı. III. Mehmet, en büyükleri bile henüz 13 yaşında olan tam 19 erkek kardeşini katletmekte bir an bile tereddüde düşmemişti. Katledilen şehzadelerin cansız vücutları Hırka-i Saadet dairesinin önüne konulduğunda, şehzadelerin annelerinin canhıraş, iç parçalayıcı feryatları, Topkapı Sarayı’nın tüm duvarlarında yankılanıyordu. Ne var ki 19 şehzadenin öldürülmesi, III. Mehmet’in annesi Safiye Sultan için yeterli değildi. Eski padişahın çocuklarına gebe olan cariyeler hâlâ yaşıyordu. İleride bu cariyelerden doğan çocuklar taht için tehlike oluşturabilirdi, onların da ortadan kaldırılmaları gerekliydi. Safiye Sultan’ın isteği hemen yerine getirildi. Ayaklarına ağırlık bağlanan gebe cariyeler gece vakti saraydan alındı, canlı canlı Boğaz’ın akıntılı sularına bırakılıverdi. Hatta III. Mehmed validesi Safiye Sultan’ın kışkırtmalarıyla oğlu Şehzade Mahmud’u Celalilerin üzerine yürümek için ordu istediği sebebiyle idam ettirdi. Fatih Kanunnamesi’ne dayanan kardeş katli yaklaşık 150 yıl boyunca geçerliliğini sürdürdü. Bu süre içinde 61 şehzadeden 22’si devlete isyan ettikleri için, diğerleri ise Fatih Kanunnamesi’ne dayanılarak öldürüldü. 1603 yılında Osmanlı tahtına geçen I. Ahmet kardeşi Mustafa’yı çeşitli nedenlerden ötürü öldürmedi ve hanedan ailesinin aklı başında olan en büyük üyesinin tahta çıkması sistemini getirdi (ekberiyet ve erşediyet). Nitekim 1617’de öldüğünde, oğulları olduğu halde, Osmanlı tahtına 22 Kasım 1617’de hanedanın en yaşlı üyesi olarak kardeşi I. Mustafa çıktı. Böylece Osmanlı tahtına ilk kez bir padişahın oğlu değil, padişahın kardeşi geçmiş oluyordu. Kardeş katlinin yerini bu dönemden sonra kafes sistemi aldı. Kafes sistemi kısaca, tahta çıkma olasılığı olan şehzadelerin muhafızlar tarafından sürekli göz hapsinde bulundurulmasıydı. I. Ahmet dönemine kadar Osmanlı şehzadeleri, 11-15 yaşları arasında maiyetleri ile birlikte sarayca uygun bulunan sancaklardan birine gönderilerek tahta çıkacakları günü beklerlerdi. Bu süre boyunca devlet yönetimi ile ilgili dersler alarak zamanlarını geçirirlerdi. Kafes sistemi ile şehzadelerin sancağa çıkma geleneği sona erdi. Bunun nedenleri; şehzadelerin isyan etmesi ve Cem Sultan ile Kanuni’nin oğlu Şehzade Bayezid gibi düşman ülkelerine sığınmaları, Celali isyanları döneminde eşkıyaların sancakları basıp şehzadeleri kaçırmaları gibi. Onlu yaşlardan itibaren şehzadeler sancaklara gönderilmek yerine haremden alınarak sarayda Şimşirlik denilen bir bölümde kendilerine ayrılan dairelerde yaşamaya zorunlu tutuldular. Adını çevresindeki şimşir ağaçlarından alan ve yüksek duvarlarla çevrili olan bu binayı 1756′da gören Fransız tüccar Jean Claude Flachat, binanın sağlam bir kaleye benzediğini söylemektedir. Şimşirlikte şehzadelerin her türlü konforu düşünülmüştü ama son derece kısıtlanmış olan bu yaşamda, şehzadelerin bazı cariyeler ve anneleri dışında başka insanlarla görüşmeleri neredeyse olanaksızdı. Şanslı olanlar, kafes yaşamı sırasında tahta varis olurlarsa kafesten çıkarılarak yeniden saraya dönüyorlardı. Şanssız olanlar ise ömürleri boyunca bir daha gün yüzü görmüyordu. Kafesten kurtulup tahta çıkmayı başaran şehzadeler ise eski sistemdeki gibi iyi eğitim alamadıklarından son derece silik bir padişah portresi çiziyordu. Şehzadelerin İstanbul’da saraya kapatılmalarının, hatta hapsedilmelerinin bir olumsuz sonucu da, onların ruh hallerine etkisidir. Sarayda dört duvar arasında yaşayan, çoğu belli bir eğitim dahi alamayan, her an öldürülme endişesi içerisinde olan şehzadelerin sağlıklı bir ruh hali içerisinde bulunmaları mümkün değildir. I. Mustafa veSultan İbrahim gibi padişahların akıl sağlıkları bozulmuştu. Yani artık Osmanlı şehzadesi, bazılarının zannettiği gibi, zevk ve sefa içerisinde, gam ve kederden uzak, bir dediği iki edilmeyen bir kişi değildir. O, altın kafes içerisinde yaşayan bir kuştur. Şimşirlikteki şehzadelerin uygun görülen cariyelerle cinsel ilişkiye girmelerine izin vardı ama çocuk sahibi olmaları kesin olarak yasaklanmıştı. Kazara bir cariye gebe kaldığında ve bu durum öğrenildiğinde çocuk hemen düşürtülüyordu. Sakal bırakmak da padişahlık alameti olarak görüldüğünden yasaklanmıştı. Tahta geçmeyi başaran şehzade “irsal-i lihye” adı verilen bir törenle sakal bırakmaya başlıyordu. İşte böyle bir ruh hali içerisinde yetişen, yaşayan ve daha sonra padişahlık nasip olan bir sultanın, ülke yönetiminde tutarlı, doğru, isabetli ve mantıklı kararlar vermesini düşünemeyiz. Bunun en bariz örneğini Sultan İbrahim’de görmekteyiz. Rivayete göre Sultan IV. Murat ölümüne yakın Osmanoğulları hanedanını kendisi ile birlikte son vermek istemekteydi. Bu yüzden amcası I. Mustafa’yı boğdurttu. Kardeşi Şehzade İbrahim’in idamını ise validesi Kösem Sultan son anda engel oldu. Planına göre kendisinden sonra hiçbir Hanedan-ı Ali Osman üyesi kalmayacağı için tahta Kırım hanı geçecekti. IV. Murad’ın saltanatında, bir odaya hapsedilen, dünya ile ilgisi kesilen, her ayak sesinde celladın kemendini boynunda hisseden İbrahim, bu ruh hali içerisinde tahta geçmiştir. IV. Murad’ın ölümü üzerine, kapatıldığı odaya giden devlet erkanı, Şehzade İbrahim’i padişahın öldüğüne ikna etmekte oldukça zorlanmış, İbrahim odadan dışarı çıkmamakta direnmiştir. İşte böyle bir ruh haleti içinde bulunan şehzadelerin elbette tahta çıktıktan sonra iyi bir idareci meziyetlerini taşımasını beklemek yanlış olur. Bir diğer hadise ise Kabakçı Mustafa isyanı ile tahttan indirilen III. Selim’den sonra tahta çıkan yiğeni IV. Mustafa döneminde cereyan etmiştir. III. Selim’in tahttan indirildiği haberini alan Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa tez Payitaht’a yürümüştür. IV. Mustafa ise bu haberi alır almaz derhal tüm şehzadelerin boğdurulması emrini vermişti. Şehzadeler olarak da sabık padişah III. Selim ve geleceğin bir sonraki padişahı Şehzade Mahmut bulunmaktaydı. III. Selim hapsedildiği dairede çok feci bir şekilde katledildi. Şehzade Mahmut ise sorumlusu olduğu bir cariyenin yardımıyla saraydan kaçırıldı ve hanedanın inkirazın eşiğine gelmesi böylelikle engellendi. Bu kısıtlanmış yaşam ancak I. Abdülhamid ve Sultan Abdülmecid döneminde gevşedi ve şehzadelerin saray dışındaki törenlere katılmalarına izin verildi. Sonuç olarak, kardeş katli devletin bütünlüğünü korumak için düzenlenmiş bir uygulamaydı. Sultan İbrahim ve II. Mahmut gibi padişahlar hanedanın son bulmasını bu sistem sayesinde önlemişlerdir. Sonuçta Osmanlı Devleti’nde diğer Türk devletlerindeki gibi taht kavgası nedeniyle bir bölünme tehlikesi ya da kargaşa yaşanmadı, 622 yıl ayakta kalmayı başardı.
Yorumlar
Yorum Gönder