Tanzimat Dönemi Eserlerinde Toplumsal Baskının Yeri


     İnsan, sürekli değişen ve değişmeye açık bir varlıktır. Bir toplumda insanlardan veya bireylerden oluştuğu için o da kendini sürekli güncelleyen ve değiştiren dinamiklere sahiptir. Özellikle, tarihte bazı zaman periyotlarında bu değişimler veya güncellenmeler daha sık ve ani olmuştur. Örneğin, Sanayi Devrimi ve Fransız İhtilali yakın tarihimizde toplumların değişmesine sebep olan en büyük iki olay olarak gösterilebilir. Sanayi Devrimi 18. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren devletlerin ve toplumların ekonomik yönden  aniden değişmesine sebep olmaya başlamıştır veya değişmesine zorlamıştır. Fransız İhtilali ise, meydana geldiği 1789 tarihinden itibaren ilk zamanlarda Avrupa’da, daha sonra tüm kıtalara yayılarak, toplumlarda bir milliyetçilik bilincini uyandırmış ve oluşturmuştur. Aynı zamanda insan hakları ve kadın hakları gibi hak ve hürriyet bilincinin doğmasına ve gelişmesine neden olmuştur. Bazı toplumlar bu gibi bilinçleri ve yeni düşünceleri hemen kabul edip, kendisine adapte ederken, kimi toplumlar bu yeni fikirleri benimsemekte epey bir zorluk yaşamıştır. Zira, özellikle 18. Yüzyılın sonu ve 19. Yüzyılın başı dünyasında, gelişmiş toplumlar ve gelişmemiş toplumlar arasında uçurum epey fazla idi. Gelişmekte olan veya az gelişmiş devletler ve toplumlar gibi günümüze ait kavramlar, o dönemde ne Avrupa’da bulunuyordu ne de dünyanın herhangi bir yerinde. Bu nedenle, özellikle gelişmemiş toplumlarda, topluma yeni bir fikir veya ideoloji geldiği zaman bu tür toplumlar ilk önce bu fikre karşı reaksiyon geliştirir. Bu gelişmemiş toplumlar Bu tür yeni gelmiş fikirleri reddeder ve bu fikirleri benimseyenleri cezalandırır. Bu cezalandırmalar ve yasaklamalar kimi zaman toplumun kendisi tarafından yapılır ya da bizzat devlet eli ile de yapılabilir. 
     Avrupa’da 19. Yüzyılın başlarından itibaren gelişmeye başlayan fikir hürriyeti, kadın hakları, kadın-erkek ilişkileri vs. gibi yenilikler, ona en yakın olan ve kendisine göre gelişmemiş ve ‘‘hasta adam’’ olan Osmanlı İmparatorluğu’na sirayet etmeye başladığı zaman, Osmanlı Devleti’nde daha önce hiç var olmamış fakat uzun yüzyıllar önce (özellikle Türklerin İslamiyet’i kabulünden önce) var olmuş bu tür yeni fikirler ve akımlar ilk başlarda devlet ve toplum işbirliği yaparak, zehir olarak görülen bu fikirlere karşı beraber mücadele etmiştir. Ayrıca, bu tür fikirler Osmanlı mülküne girmeden önce, zaten İslam dininin ve çevre kültürlerin (Arap ve Fars) etkisiyle kadının toplumda yeri seyreltilmişti. Ancak belirli bir zamandan sonra dünyada tek başına yaşamadığını fark eden devlet yetkilileri bu gibi yenilikleri serbest bırakmaya başlamıştır. Özellikle Sultan II. Mahmud Han ve Sultan Abdülmecid Han bu tür yeniliklerin Osmanlı ülkesine gelmesini hızlandırmak için bizzat çaba sarf etmişlerdir. Peki bu olaylar olurken toplum ne gibi tepkiler vermişti; direkt benimsemişler miydi, yoksa karşı koymaya devam mı etmişlerdi? Açıkçası, o dönemki Osmanlı toplumunu bu kadar kolay açıklamak mümkün değildi. Zira ilk başlarda bu yeni fikirleri benimseyen azınlık, 19. Yüzyılın sonlarına doğru çoğunluk olmuşlar ve yeni fikirlere karşı çıkan muhafazakar (yenilikçilere göre gerici) taife günümüze kadar varlığını devam ettirmiş ve mücadelesine halen devam ettirmeye çalışmaktadır. Osmanlı tarihinde Tanzimat dönemi (1839-1876) ile II. Meşrutiyet’in ilan edildiği yıl olan 1908 yılı arasında deyim yerindeyse, yenilikçiler ile gericiler arasındaki çatışma ortamı doruğa ulaşmıştı. II. Meşrutiyet’in ilanı ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin iktidarı ele geçirmesiyle beraber bu tür yeni fikirler yeni hareket sahası kazanmıştır. Bu çatışma ortamı, toplumun her alanını etkilemiş ve özellikle edebiyat alanında kendisini belirgin bir şekilde göstermiştir. Şemsettin Sami’den, Halide Edip Adıvar’dan Zeynep Hanım’a kadar neredeyse tüm yazarlar ve şairler bu çatışmayı ve olumsuz şekilde var olan düalizmi eserlerine konu etmiştir. Bu konuyu eserlerine aktaran edebiyatçılar, eserlerinde toplumun baskısına uğrayan ve özgürce hareket edemeyen karakterlere yer vermişlerdir. Bu yazıda ise, Tanzimat dönemi eserlerindeki toplumun gerici düşünceleri ve ataerkil toplum yapısı yüzünden sürekli baskı altında kalan yukarıdaki yazarların sırasıyla Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat, Sinekli Bakkal ve Özgürlük Peşinde Bir Osmanlı Kadını isimli eserlerindeki bazı karakterler ve bu durumun arka planı analiz edilecektir.
     19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Osmanlı İmparatorluğu’nda ve dolayısıyla Türk edebiyatında yukarıda bahsedilen Doğu-Batı, eski-yeni veya gerici-yenilikçi çatışma, etkisini yoğun ve etkili bir biçimde göstermeye başlamıştı. Bu çatışmanın bir yandalı olarak söylenebilen kadının toplum içindeki rolü de aydınların getirdiği yenilikçi ve özgürlükçü fikirlerin etkisiyle gündem olmaya başlamıştı. 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar kadın figürünün toplum içerisindeki rolü ataerkil toplum yapısı yüzüden neredeyse etkisizdi. İlaveten, Osmanlı İmparatorluğu’nun Gerileme Dönemi, Türk kadınının statüsünü olumsuz yönde etkilemiş, kadın için ev, bir hapishane hâline gelmiş, miras hukuku ve mahkemelerde tanıklık konularındaki geleneksel haklar yok edilmiştir (Doğramacı, 1989, s. 133-135). Kadın dediğin evde oturur, evden dışarı adımını atamaz, çocuk doğurur ve büyütür, kocasına hizmet etmekle mükelleftir vs. gibi düşünceler toplumun tamamında kabul görmüştü. Ancak özellikle Tanzimat Fermanı ile birlikte gelen o özgürlükçü hava bu tür düşüncelerin değişmesine neden olmuştur. Artık kadınların da sokaklarda özgürce yürümesi, özgürce düşünebilmesi ya da özgürce giyinebilmesi gibi fikirler oluşmaya başlamıştı. Ancak bu tehlikeli (!) düşünceler toplumun ahlakını bozabilirdi. Bu sebeple, bu tür gerici insanlar kızlarını ve eşlerini sürekli baskı altında tutmaya çalışmışlardır. Kızlarını yeni fikirler öğrenebileceği tehlikesiyle okula göndermemişler, eşlerine ve kızlarını sokağa çıkmayı yasaklamışlar ve kızlarını yine aynı gerekçelerle erken yaşta görücü usulü ile evlendirmişlerdir. Özellikle bazı yazarlar, bu çatışmayı başarılı bir şekilde eserlerinde yansıtmaya çalışmışlardır. Bu iki kesim arasındaki çatışmayı ilk olarak başarılı bir şekilde eserine uygulayabilen yazar Şemsettin Sami’dir. Yazar, Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat adlı kitabında yine bu dönemki (19. Yüzyılın ikinci yarısı) özellikle kadınların, baskıcı ve gerici fikirleri yüzünden ne tür zorluklar çektiklerini okuyucularına aktarmaya çalışmıştır. Yazar, bu romanda Osmanlı toplumunda var olan kadına yönelik baskının kaynağını toplumun ataerkil ve çağına göre gerici olan yapısına bağlar ve Fitnat üzerinden eleştirmiştir. Romanda işlenen ana konu olan eski olan örf ve adetlerin birbirine aşık olan iki genci nasıl bir bunalıma sürüklediği, romanın başında ise Talat’ın annesi olan Saliha Hanım ile babası Rıfat Bey’in yaşadıkları okuyucuya anlatılır. Yaşadıkları büyük aşk ve birbirlerine kavuşmak için verdikleri mücadele konusu üzerinde duran Şemsettin Sami, Saliha Hanım’ın ailesi tarafından hiç istemediği bir adam ile evlendirilmek istenmesi ile iki sevgilinin nasıl bir buhrandan döndüklerini belirtmek ihtiyacı duymuştur. Bu tür evlilikler karşısında bazı roman karakterlerinin gerici görüşleri ile Şemsettin Sami’nin görüşlerinin birbirine zıt olduğunu belirtmek gerekir. O dönemde mevcut olan toplumun cahil kesiminin görüşlerinin karakterize edilmiş hali olan Ayşe Bacı karakterinin şu sözleri ile evlilik anlayışını ve bu durumun doğurduğu olumsuz sonuçlar rahatça anlaşılır: ‘Heb alem nasıl yabar, biz de öyle yabar. Sen farcayi al, ben de başortisi alur, bugun bir mahalle, yarın bir mahalle gazer, gorur; kız bagandi, alur.’ Hikayenin ilerleyen bölümlerinde Hacı Baba’nın dükkanında karşılaşan Fitnat ve Talat, daha sonra yeniden buluşmanın yollarını ararlar. Fakat o dönemde böyle bir buluşma mümkün değildir. Zira o vakit var olan baskıcı sosyal normlar, bir kadın ile erkeğin tek başlarına buluşup konuşmalarına izin vermez. Bundan dolayı, Talat kadın kılığına girip, Fitnat ile görüşmeye karar verir. 
     Diğer bir yandan, kadınların günlük yaşamda ikinci sınıf insan olarak muamele görmesini, Talat yolda giderken tanıdığı bir memur tarafından kendisine sarkıntılık edilmesinden sonra söyledikleri cümleler bu durumu özetler: ‘Ah biçare kadınlar, neler çekerlermiş! Biz erkekler onları kukla mesabesinde kullanıyoruz. Yolda serbest ve rahat yürümelerine mani oluruz. Bu ne rezalet! Ne küstahlık! Bir erkek tanımadığı bir başka erkeğe rastgelse, yüzüne bakmaz, söz söylemez. Lâkin tanımadığı ve hiç başka defa görmediği bir kadına rastgeldiği gibi, gülerek yüzüne bakmaya ve söz söylemeye başlar ve kovsalar bile yanından ayrılmaz. Demek oluyor ki, biz karıları insan sırasına koymayız. Kendimizi eğlendirmek için onların ruhunu sıkarız.” (Şemseddin Sami, 2002:57). Romandaki bir diğer önemli konu ise boşanma hakkında takınılan olumsuz duruştur. Yine o dönemde ataerkil toplum yapısından kaynaklı, bir erkek istediği zaman karısını boşayabilir fakat bir kadın kocasını boşayamazdı. Bu yüzden kadınlar ‘elalem’ dedikleri toplum tarafından ayıplanacağı ve namussuz olarak görüleceği için kocası ister sövsün, ister dövsün yine de ona karşı herhangi bir kusur işlememeyi görev bilirlerdi. Örnek olarak, Rıfat Bey’in babası ailesine değer vermeyen ve alkolik birisi olarak tanıtılır. Buna rağmen, Kamile Hanım toplumun baskısından dolayı kan kusup kızılcık şerbeti içtim deyip Rıfat gibi hayırlı bir evlat büyütmüştür. Diğer bir yandan, Şemsettin Sami, Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat adlı romanında belki de en çok vurgulamak istediği toplumsal norm görücü usulü evliliktir. Zira o sıralarda toplumda ataerkil toplum yapısından dolayı görücü usulü evlilik yaygındı. Evin reisi olan baba, geniş bir tasarruf yetkisine sahip ve her dilediğini yapma kudretine sahiptir. Bu nedenle, bir baba, kızını sormaksızın ve izin almaksızın başka bir adamla evlendirebilme yetkisini kendinde görmektedir. Yine aynı nedenden dolayı, kızlar ve erkekler toplum baskısından dolayı rahatça buluşamıyorlardı ve genellikle kızlar dedikodu çıkar diye babaları tarafından sokağa bile çıkarılmıyorlardı. Ayrıyeten, eserde aşk teması, görücü usulü evlilik ile zıtlaştırılmıştır. Bu sayede bu tür zorla evlendirmelerin insanları (özellikle genç kızları ve erkekleri) mutsuz ettiği okuyucuya aktarılmaya çalışılmıştır. Bu mutsuz etmenin ve toplumda var olan gerici zihniyetin en trajik olayı ise Fitnat’ın zorla ve yanlışlıkla öz babası ile evlendirilmesi ve bu durumun öğrenilmesi ile Fitnat’ın intihar etmesidir. Sevdiğine kavuşamama durumunda intihar etme düşüncesi Fitnat tarafından fiiliyata geçirilir. Velhasılıkelam, Şemsettin Sami, eseri üzerinden toplumun gerici ve baskıcı zihniyetinin (özellikle kadınlar olmak üzere) toplumun ikinci sınıf olarak görülen insanlarını olumsuz bir şekilde etkilediğini okuyucuya aktarmıştır. 
     Diğer bir konu ile ilgili önemli roman ise Halide Edip Adıvar’ın Sinekli Bakkal romanıdır. Bilindiği gibi, yazar kadın hakları konusunda önde gelen şahsiyetlerden birisidir. Toplumda kadın haklarının iyileşmesini ve gelişmesini savunur aynı zamanda kadının toplum içindeki rolünün gelişmesini isterdi (Yılmaz, 2013, s. 120). Kadın ile erkek arasında herhangi bir eşitlikten söz etmenin zor olduğu bir dönemde, Halide Edip’in kadın-erkek eşitliğini savunan makaleleri ve yazıları onun ölümle tehdit edilmesine bile sebep olmuştur (Tezel, 1983, s. 6-7). Sinekli Bakkal romanında, toplumsal baskı gören sadece kadınlar değildir. Romanda baskı gören bir erkek karakter de vardır: Tevfik (ya da namıdiğer Kız Tevfik). Kız Tevfik denmesinin sebebi, kendisinin Osmanlı eğlencesinin vazgeçilmezlerinden biri olan orta oyununda sıkça karşılaşılan zenne karakterini canlandırmasıdır. Aslında bu zenne karakterinin arkaplanından da bahsetmemek olmaz. Zenneler, kadın kılığına girmiş erkeklerdir. 19. yüzyıldan önce kadın, toplumun ataerkil yapısından dolayı sokağa çıkamadığı gibi toplumda da bir rolü yoktu. Fakat orta oyununda (erken dönem Türk tiyatrosunda) da bir kadın karakterine ihtiyaç vardı. Bu sebeple, erkekler kadın kılığına girip, kadın taklidi yaparlardı. Tevfik de bu işi severek yapmakta ama bu sevgisini biraz abartarak toplum içinde de bu rolü canladırmaya devam etmişti. Toplumun bazı kesimleri bunu eğlenceli ve komik bulurken, özellikle gerici olan bir kesim de bunu kendi değerlerine aykırı gördüğü için uygun görmemekteydi. Gerici kesim tarafından şikayetler artınca ve bir de karısı Emine’nin de taklidini ortalık yerde yapınca hem evliliğinden olmuş hem de istibdatçı idare tarafından manevi değerleri aşağıladığı gerekçesiyle Gelibolu’ya sürülmüştü. Diğer bir karakter ise, romanın ana karakteri olan Rabia’dır. Annesi Emine ve babası Tevfik o daha dünyaya gelmemişken ayrılınca, doğunca annesi ile birlikte dedesi İmam İlhami’nin yanında kalmaya başladılar. İlhami karakteri ise o dönem yozlaşmış din adamları kesimini temsil etmektedir. Belli bir yaşa gelince, bir sıbyan mektebine gitmesi gereken Rabia, dedesi İlhami tarafından bu tür mekteplerde kafir adetleri öğretildiği gerekçesiyle okula gönderilmeyip, evde hafızlık eğitimi almasına neden olmuştur. Birkaç yıl sonra ise Rabia başarılı bir hafız olmuştur. Ancak burada ise bir eleştiri yapılması icap edebilir. Rabia hafız oldu, sesi çok güzel ve herkesi sesi ile etkileyebiliyor. Peki, Rabia okuduklarını veya söylediklerini anlayabiliyor mu? Tabii ki de hayır. Ama bir okula gitseydi, belli bir sistematik tedrisattan geçseydi ve Arapçayı bilseydi ve de ne okuduğunu bilip bunun bilincine varsaydı, Rabia’nın toplumdaki statüsü nasıl olurdu acaba? Sinekli Bakkal romanının ilerleyen bölümlerinde, Osmanlı’yı sevmiş ve buraya yerleşmiş bir gayrimüslim olan Peregreni ile karşılaşıyoruz. Peregreni, ilk kez Vehbi Dede’nin evinde karşılaştığı Rabia’ya karşı bir yakınlık duymaya başladı ve bir süreden sonra bu ilişki karşılıklı bir ilişkiye dönüştü. Peregreni ile Rabia sık sık musiki hakkında konuşmak için buluşmaya başlamış ve bu buluşmalar mahalleli tarafından tepki çekmeye başlamıştı. Çünkü kafir bir adamın Müslüman bir kadın ile yakın temas kurması kabul edilemez bir şeydi, hele evlenmesi. Daha sonra Peregreni’nin Müslüman olması ise Rabia ile evlenebilmesi için bir toplum baskısı olduğu olduğu için zorunluluktan dolayı mı, yoksa gerçekten samimi olduğu için mi olduğu tartışma konusudur.
     Geç dönem Osmanlı toplumunda, toplumsal baskıyı en çok hisseden bireylerden birisi de Zeynep Hanım’dır. Zeynep Hanım, kadın hakları bilincine varmış ve kadının toplum içinde gerekli rollere sahip olmasına hayatını adamış bir ferttir. Kadınların, ataerkil bir toplum olan Osmanlı toplumunda kadının toplum baskısından zarar görmüş o rolünü hak ettiği değere kavuşturabilmek için mücadele etmiştir. Zeynep Hanım, aynı dönemde hem kültürel hem de siyasi baskı görmüştür. 12 yaşından önce balolara ve kültürel etkinliklere katılabilen Zeynep Hanım, bu yaştan itibaren ergenliğe girdiği gerekçesi ile toplum içinde tamamen soyutlanmaya çalışılmıştır. Eve hapsedilmiş ve sokağa dahi çıkmasına izin verilmemiştir. Kültürel açıdan yoğun bir baskıya uğrayan Zeynep Hanım, siyasi yöndende sürekli baskı görmeye devam etmiştir. İstibdad dönemi denen II. Abdülhamid döneminin (1876-1909) özellikle son 20 yılı yoğun bir baskı ve istibdad dönemi olarak kayıtlara geçmiştir. Osmanlı aydınları ve halkı bu baskı neticesinde her istediğini düşünemez ve her istediğini söyleyemez olmuştur. Kadınlarda bu istibdad döneminden yoğun bir şekilde etkilenmişlerdir. Kadın hakları ve kadının toplum içindeki hak ettiği rolün kazanılması bilincinin ilk uyandığı şahıslardan birisi olan Zeynep Hanım, bu düşünceler ile bir cemiyetçilik faaliyetine girmeye yeltenmiş ve kadınları bir araya toplayıp bu tür fikirlerin yaygınlaşmasını amaç edinmiştir. Fakat II. Abdülhamid döneminin yoğun istibdad döneminden kaynaklı baskı ve hafiyecilik ile başı derde giren Zeynep Hanım, ne zaman birkaç kadını bir araya toplasa sultanın hafiyeleri hemen orayı basmakta ve oradakileri tevkif etmekteydi. Aynı esnada, hem kültürel hem de siyasi baskılara artık dayanamayan Zeynep Hanım, hem özgürlüğe kavuşmak maksadı hem de bu yozlaşmış ataerkil toplum yapısından kaynaklı yoğun baskıdan kurtulmak maksatlı yurtdışına kaçmaya mecbur kalmıştır. Ancak ironik bir biçimde, Zeynep Hanım Avrupa’da da hayal ettiği o özgürlüğü deneyimleyince hayal kırıklığına uğramıştır. Zira, orada da kadının layık olduğu hakların tam manasıyla uygulanmadığını görmüştür. 
     Osmanlı Devleti ve Osmanlı toplumundaki kadının yeri; devlet düzeni ve yasasının temelini oluşturan dini ilkelerin yanı sıra, yerleşik hayata geçişten ve İran ve Bizans kültüründen kaynaklanan durgunluğun bir sonucu olarak oluşmuştur. İslam dininin, yerleşik yaşamın ve çevre kültürlerinin etkisiyle Osmanlı toplumsal yapısı kadın ve erkekleri eşit görmemiştir; yasal ve sosyal olarak kadınlar erkeklerden daha düşük bir rol üstlenmiştir. 16. yüzyıl ve sonrasında Osmanlı toplumunda, devlet tüm kurumlarıyla bir imparatorluk haline geldiğinde, kadın daha silik bir konuma itilmiştir. Bununla birlikte, 19. yüzyılda Tanzimat'ın ilanı ile başlayan Batılılaşma süreci ile kadınların durumu farklılaşmaya başladı. 19. yüzyılda Batı ile ilişkileri (özellikle askeri ve kültürel alanda) gelişen Osmanlı İmparatorluğu'ndaki bu ilişkiler sonucunda Türk aydınları kadın sorununu ele almışlardır. Tanzimat'ın ilanı ile kadınlarımızın hayatında diğer tüm alanlarda olduğu gibi değişiklikler meydana gelmiştir. Bu gelişme ile birlikte evin içinden dış dünyaya açılma eğiliminde olan kadınlar birçok hak kazanmıştır. Bu hakları kazanma sürecinde ise toplumun gerici baskısı  ve ataerkil toplum düzeni hasebiyle kadınlar ve topluma aykırı hareket eden erkekler bile (Kız Tevfik gibi) sürekli zorluklar yaşamışlardır. Şemsettin Sami Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat adlı eserinde Saliha ve Fitnat, Halide Edip Adıvar Sinekli Bakkal romanında Rabia ve Tevfik karakterlerini ve Zeynep Hanım, Özgürlük Peşinde Bir Osmanlı Kadını isimli eserinde bizzat kendisini anlatarak bu toplumsal baskıyı eserlerinde işleme gereksinimi duymuşlardır. O dönemde, Osmanlı aydınları yüzyıllardır var olan bu ataerkil toplum baskısını azaltmaya ve en nihayetinde yok etmeye çalışmışlar, ancak bu çaba kendisini II. Meşrutiyet (1908) dönemi ile birlikte göstermeye çalışmıştır.





  • Doğramaci, E. “The Vitality Of Basic Units In Higher Education In Turkey.” Higher    Education in Europe, 1989.
  • Sâmî, Ş, and Özalp N. Ahmet. Taaşşuk-ı Talat Ve Fitnat. Akçağ Yayınevi, 2002.
  • Yılmaz, A. Halide Edip’te Kadın Hakları. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türkoloji Dergisi, 2013.
  • Tezel, S. Atatürk ve kadın hakları. Atatürk ve Kadın Hakları: Kadın Dernekleri Federasyonu ve Gönüllü Kuruluşlar, Ankara, 1983.


Yorumlar

Popüler Yayınlar